EN'AM SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
En‘âm sûresi çoğunluğun görüşüne göre Mekke’de bir defada inmiştir. Ancak üç veya altı âyetinin Medine’de indiğine dair bir görüş de bulunmaktadır. 165 ayettir. Mushaftaki tertibe göre 6, iniş sırasına göre 55. sûredir. Sûreye isim olan اَلأنْعَامُ (en‘âm) kelimesi Arapça’da “deve, sığır ve koyun gibi evcil hayvanlar, ceylan, geyik ve benzeri yabani hayvanlar ve bir takım binek hayvanları” mânasında kullanılmaktadır. Bu kelime sûrenin 136, 138, 139 ve 142. âyetlerinde altı kez tekrar edilmiştir.
En'âm Sûresi Konusu
Esasen İslâm’ın inanç esaslarının işlendiği bu sûrede özetle şu mevzular yer almaktadır:
› Allah’ın birliğinin delilleri; ilim, irade, kudret gibi sıfatları beyân edilerek şirkin geçersizliği ve âhirette sebep olacağı vahim neticeleri haber verilir. İslâm inancını kabul etmeyen kâfirlerin, Kur’an’ın davetine bigâne kaldıkları takdirde, kendilerinden önceki kâfirlerin uğradıkları hazin akıbete uğrayacakları ikazı yapılır.
› Peygamberin tebliğ vazifesi ve bu vazifeyi ifâ ederken kullandığı imkânların sınırlı oluşu, zengin veya fakir her seviyeden muhatapla münâsebetleri ele alınmakta, özellikle çevreden gelen baskılar sebebiyle fakir müslümanlara olması gereken ilginin azaltılmaması istenmektedir.
› Tevhid mücâdelesinde Resûlullah (s.a.s.) ve etrafındaki müslümanları teselli etmek, münkirlerden gelecek eziyetlere karşı sabırlı olmaya teşvik etmek ve takip edilmesi gereken bir tebliğ metodunu öğretmek gayesiyle Hz. İbrâhim’in putperest kavmiyle olan münâsebetleri, onları şirkten vazgeçirmek için getirdiği deliller üzerinde durulur. Efendimiz’den önceki bütün peygamberlerin hep aynı hidâyet yolunun yolcuları oldukları ve insanları bu doğru yola davet ettikleri, dolayısıyla Peygamberimiz’e düşen vazifenin onların nurlu izinden yürümek olduğu beyân edilir.
› Bir kısım hayvanlar ve ziraat mahsulleriyle alakalı olarak putperest Arapların benimsedikleri yanlış uygulamalar dile getirilip reddedilir ve bu hususta uyulması gereken İslâmî kâideler açıklanır. Haram ve helâli belirleme yetkisinin sadece Allah’a ait olduğu ortaya konur.
› Son olarak ana-babaya iyilik, çocukları öldürmemek, günahları terk etmek, yetim malı yememek, adâletli olmak ve benzeri gibi İslâm’ın temel ahlâkî esasları tekrar edilerek tabi olunacak dosdoğru yolun bu olduğu, bütün ilâhî kitapların hep bu esasları getirdiği, dolayısıyla ölüp âhiret gerçeği ile karşılaşmadan önce bu esaslara uygun bir şekilde iman ederek sadece Allah için bir kulluk yapmanın gereği üzerinde durulur. Yaratılmış olmanın ve imtihan edilmenin gayesi de zaten budur.
En'âm Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada 6., iniş sırasına göre 55. sûredir. Hicr sûresinden sonra, Sâffât sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Tamamına yakınının Mekke’de indiği hususunda ittifak vardır. Abdullah b. Ömer’e ulaşan bir rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “En‘âm sûresi bana toplu olarak indi. 70.000 melek tesbih ve hamd sözleriyle bu sûrenin inişine eşlik etti” (Taberânî, el-Mu‘cemü’s-sağ^r, I, 145). Abdullah b. Abbas’tan aktarılan bir rivayette de Mekke’de “bir defada” indiği teyit edilmiştir (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, XX, 215). Ancak birkaç âyetinin Medine’de indiğine dair görüşler de vardır (bk. İbn Atıyye, II, 265; Elmalılı, III, 1861).
En'âm Sûresi Fazileti
En‘âm sûresinin faziletine dâir Allah Resûlü (s.a.s.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“En‘âm sûresi bana toplu olarak indirildi. Yetmiş bin melek tesbih ve hamdederek bu sûrenin indirilişine eşlik etti.” (Taberânî, el-Mu‘cemü’s-sağîr, I, 145)
“En‘âm sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in en üstün sûrelerinden biridir.” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 17)
EN'AM SURESİNİN TEFSİRİ
1. Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a aittir. Böyleyken kâfirler, birtakım putları Rablerine denk tutuyorlar.
Sûre Allah’a hamd ile başlamaktadır. Gerçekten her türlü hamd, övgü ve senâ Allah’a mahsustur. Çünkü içindeki sayısız varlıklar ve bunlar arasındaki eşsiz nizam ile birlikte gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden O’dur. Dolayısıyla ulûhiyet vasfı yalnızca Allah’a aittir. Buna rağmen müşrikler, putlarını Allah’a denk tutmakta, Allah’a kulluk edercesine onlara kulluk etmektedirler. Bu bakımdan bu ilk âyet, putlara tapan, onlara ulûhiyet vasfı izafe eden ve darda kaldıklarında onlardan yardım isteyen müşriklere karşı bir reddiyedir. Bütün kâinatı yoktan yaratan ve her türlü nimetin yegâne sahibi olan Allah var iken, O’nun dışında herhangi bir varlığa perestiş etmek; kulluk niyetiyle meyletmek nasıl mümkün olabilir?
Âyette zikredilen “zulumât” ve “nûr”dan maksat “gece karanlığı” ile “gündüz aydınlığı” olabileceği gibi, “şirk, nifak ve küfrün karanlığı” ile “İslâm, iman, nübüvvet ve yakînin aydınlığı” da olabilir. Ayrıca “zulumât” çoğul, “nûr” ise tekil gelmiştir. Çünkü karanlığın sebepleri çok, aydınlığın sebebi tektir. Sapık yollar çok, doğru yol tektir. Burada karanlığın şirk ve çoklukla ilgisi bulunduğuna ve bunda tek ve tekliğin çoklukta kaybolmasına; aydınlığın da tevhid ile alakası olduğuna ve bunda da çokluğun tekte kaybolduğuna dikkat çekilmektedir. Bu bakımdan “kâfir ufuklarda kaybolan yani çokluk içinde boğulan, mü’min ise ufukların kendinde kaybolduğu yani vahdete eren kimsedir” sözü pek mânidârdır.
Yüce Allah gökler ve yerleriyle büyük âlemin yaratılmasından bahsettikten sonra gelen âyette küçük âlem olan insanın yaratılmasından bahsetmektedir.
Pek çok âyette gökler ve yer birlikte ve bu sıra ile geçmektedir. “Semâvât” meleklerin mekânı, duaların kıblesi, temiz ruhların yükseldiği yer olması ve yerküreyi her tarafından kuşatması, orada Allah’a hiç isyan edilmemesi ve mü’minlere vaadedilen cennetin orada bulunması gibi hikmetlerle ilk sırada yer aldığı söylenebilir. Fakat sanki burada “arz” tek başına ve semâvâta nispetle son derece küçük varlığı ile “göklere” denk tutulur. Bu da, Allah Teâlanın, insanın yaşaması için düzenlediği yeryüzüne verdiği değerin, oraya yerleştirdiği zengin muhtevanın ehemmiyetine dikkat çeker. Belki de peygamberlerin ve özellikle Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yeryüzünde zuhuru, onun göklere denk tutulması için yeterli bir sebeptir. Çünkü o bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.
2. O, sizi çamurdan yarattı, sonra ömrünüze belirli bir süre tâyin etti. O’nun katında belirlenmiş bir ecel daha vardır. Siz ise hâlâ şüphe edip duruyorsunuz.
Cenâb-ı Hak, insanlığın babası olan Hz. Âdem’i çamurdan yarattığı gibi, onun neslinden gelen her bir insanı da çamurdan yaratmaktadır. Çünkü her insan menî hayvancığı ile yumurtadan yaratılmaktadır. Bunların ikisi de kandan meydana gelir. Kan da alınan gıdalardan oluşur. Bu gıdalar ya hayvanî veya nebâtîdir. Bunlar da dolaylı veya dolaysız yollarla temelde topraktan meydana gelir. Toprak süzüle süzüle bitki olur, bitkiler gıda olarak insan ve hayvan vücuduna girer, gıdalardan insan tohumu meydana gelir ve bundan da insan yaratılır. O halde şu cansız topraktan insan başta olmak üzere bu kadar canlı varlıkları yaratan ve her biri için belirli bir ömür takdir eden Allah’ın varlığından ve birliğinden şüphe edilemez.
Âyette geçen اَلأجَلُ (ecel) kelimesi “bir sürenin sonu” mânasına gelir. Burada iki defa tekrar edilmektedir. Birinci ecelden maksat her bir insan için takdir edilen ölüm vakti, ikincisinden maksat ise kâinatın infilak edip yeni bir düzenin kurulacağı kıyamet vaktidir. Görüldüğü üzere Allah imtihan için bir ecel, sonra imtihan neticesine göre nimet vermek için başka bir ecel takdir etmiştir. İmtihan eceli dünyada, nimet eceli ise ukbâdadır. Rabbimiz, kendi rızâsını talep etmemiz için bir ecel belirlemiştir ki, bu bizlere dünyada tanınan “mühlet vakti”dir. Sonra onun ardından bir “vuslat vakti” tayin etmiştir. Mühlet vaktinin belli bir müddeti ve nihâyeti vardır; fakat vuslat vaktinin ne belli bir müddeti ne de nihâyeti vardır. Varlığın bir başlangıç vakti olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Fakat tevhid güneşleri bir kez doğdu mu, artık ona ebediyen batış yoktur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 287) Bu bakımdan, gönüllerde tevhid güneşinin parıldamasına vesile olması için buyruluyor ki:
3. O, göklerde ve yerde ibâdete lâyık tek Allah’tır. O sizin gizlinizi de açığa vurduğunuzu da bilir; yine hayır veya şer ne kazandığınızı da bilir.
Allah, göklerde de yerde de ibâdete lâyık tek ilâhtır. Gökleri, yeri ve onlarda bulunan bütün varlıkları O yarattığı gibi, onların idaresini de tek başına elinde bulundurmaktadır. Her şey O’nun koyduğu kanunlara tabidir. Farkında olsalar da olmasalar da o ilâhî kanunlara göre hareket ederler. Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Bu sebeple O’na nazaran gizli ve açığın bir farkı yoktur; hepsini aynı derecede bilir. Yine O, insanların dünya hayatında hayır veya şer yaptıkları işleri, kazanacakları sevap ve günahları hakkiyle bilir. Buna göre, kendilerine gelen Allah’ın âyetlerini hiçe sayanlar, bunun sonucuna katlanmalıdırlar:
4. Böyle iken, ne zaman onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelse, hiç düşünmeden hemen ondan yüz çevirirler.
5. Kendilerine gerçeğin ta kendisi olan Kur’an geldiğinde onu da yalanladılar ve alaya aldılar. Elbette bir gün gelecek, alay ettikleri bu gerçekler ne imiş göreceklerdir.
Burada zikredilen “âyetler”den maksat, Allah Teâlâ’nın ilâhlığını, varlığını ve birliğini haber veren Kur’an âyetleri, Peygamber Efendimiz’in gösterdiği diğer mûcizeler veya Allah’ın kudret ve azametine delâlet eden kevnî delillerdir. İşte müşrikler ve münkirler, bu âyetler üzerinde düşünüp Allah’ın birliğini ve kudretini idrak etmeye çalışacakları yerde, onlardan yüz çevirmişlerdir. Kur’an’ı dinlememişler, dinlenilmesini engellemeye çalışmışlardır. Dinleyince de ona sihir ve büyü demişlerdir. Efendimiz’in gösterdiği mûcizeleri reddetmişler ve kâinattaki ilâhî kudret akışlarından ibaret olan kevnî âyetlere karşı da derin gafletleri sebebiyle âdeta kör ve sağır kesilmişlerdir. Neticede hidâyete ermeleri için gelen Kur’an’ı ve onu kendilerine tebliğ eden Peygamberi yalanladıklarından iman etme şerefine erememişlerdir. Gördükleri bu kadar âyet ve delillerden ibret almadıkları gibi üstelik bir de bunları yalanlayan kimselere, alay edip durdukları şeyin haberleri pek yakında gelecektir. Bu haberden maksat dünyada İslâm’ın intişarı, müslümanların ilerlemesi, kâfirlerin mü’minler karşısında hezimet ve mağlubiyete uğraması; âhirette de cehennem azabının karşılarına dikilmesidir. Peki onlara akıl ve düşünme melekelerinin verilmiş olmasının hikmeti nedir:
6. Onlardan önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görüp üzerinde hiç düşünmezler mi? Üstelik biz onlara yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiş, üzerlerine bol bol yağmurlar yağdırmış, ev ve bağlarının altlarından ırmaklar akıtmıştık. Evet, günahları sebebiyle onları helâk ettik ve onların ardından başka nesiller meydana getirdik.
Bu âyet-i kerîme kuvvet ve kudretlerine, mal ve servetlerine, makam ve mevkilerine, sahip oldukları maddî ve manevî imkânlara aldanarak şımaran, Allah’a asi olan, nimetin hakiki sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ı unutarak azgınlaşan, günahlara boğulan fert ve toplumlara büyük bir tehdit ve uyarı taşımaktadır. Zira Allah Teâlâ daha önce de bereketli yerlerde iskan ettiği, her türlü imkânlar, bol nimetler verdiği, üzerlerine bol yağmurlar yağdırıp, evlerinin altlarından, bağ ve bahçelerinin arasından ırmaklar akıttığı nice müreffeh toplumları işledikleri günahlar yüzünden helak etmişti. Dolayısıyla sonraki dönemlerde yaşayıp onlar gibi hakkı kabule yanaşmayanlar da aynı şekilde helak olacaklardır. Öncekileri mal ve servetleri Allah’ın azabından koruyamadığı gibi, bunları da mal ve servetleri asla ilâhî azaptan kurtaramayacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, toplumların ecellerinin gelmesinde günah ve hatalarının mühim bir yeri vardır. Nitekim Âd ve Semûd kavmi, Kârûn ve Firavun gibi önceki toplumların helak sebeplerinden bahseden şu âyet ne kadar dikkat çekicidir:
“Biz bu topluluk ve kişilerden her birini günahları yüzünden kıskıvrak yakalayıverdik: Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini o korkunç çığlık yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk. Allah, böyle yapmakla kesinlikle onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler.” (Ankebût 29/40)
Şimdi de Cenâb-ı Hak, kâfirlerin kendilerini Kur’an’ı inkâra nasıl şartlandırdıklarını şöyle bir misalle dikkatlerimize sunuyor:
7. Rasûlüm! Şayet sana kağıt üzerine yazılmış bir kitap gönderseydik de onu elleriyle tutmuş olsalardı, o küfürlerinde diretenler yine de: “Bu, olsa olsa apaçık bir büyüdür” derlerdi.
Kur’ân-ı Kerîm’in başka âyetlerinde müşriklerin Peygamber Efendimiz’den, gökten kendilerine okuyacakları bir kitap getirmesini (bk. İsrâ 17/93) ve “açılmış sahifeler” indirmesini (Müddessir 74/52) talep ettiklerine yer verilir. Rivayete göre Mekke müşrikleri, “Ey Muhammed, bize Allah katından, yanında onun Allah katından ve senin de Allah’ın elçisi olduğuna şehadet edecek dört melekle birlikte bir kitap getirmedikçe asla sana iman edecek değiliz” demişler ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 216) Bu âyette müşriklerin ne kadar körü körüne, ne kadar büyük bir taassup ve inat içinde küfürde ısrar ettikleri haber verilir. Onlar iç dünyalarında gerçeğe inanmamak, teslim olmamak kararını verdiklerinden ve buna sımsıkı sarıldıklarından dolayı, peygamberliği bir sihir, bir hilekârlık olarak göstermek istedikleri için Resûlullah (s.a.s.)’in mûcizeleri ve özellikle Kur’an’ın icazı karşısında hemen düşünmeden ilk söz olarak “Bu apaçık büyü” dedikleri gibi, istedikleri şekilde elleriyle tutabilecekleri, dokunup yoklayabilecekleri mücessem bir kitap da indirilmiş olsa, ona da yine aynı şekilde “Bu düpedüz bir büyü” derlerdi.
Müşriklerin bir diğer talebi, Peygamber’in yanına gözleriyle görebilecekleri bir meleğin gelmesi, onunla beraber dolaşması ve onun peygamber olduğunu söylemesiydi:
8. Bir de: “Ona, bizim de görebileceğimiz bir melek indirilmeli değil miydi” dediler. Eğer biz bir melek indirseydik, elbette iş bitirilir, kendilerine göz açtırılmaz, bir an bile yaşama fırsatı verilmezdi.
9. Eğer peygamberi melek olarak gönderseydik, onu yine bir insan suretinde gönderir de onları içine düştükleri şüpheye yine düşürürdük.
Bu âyetler, böyle bir talebin geçersiz olduğunu bildirir. Çünkü gözleriyle görebilecekleri şekilde meleğin gelmesi durumunda artık peygamber gönderilmesinin bir hikmeti kalmayacak ve imtihan sırrı çözülecektir. Diğer taraftan onlar, meleği gerçek suretinde görmeye güçleri yetmeyeceğinden, yıldırım çarpmaktan daha dehşetli bir şekilde helak olacaklardır. Özellikle Kur’an’ı getiren Cebrâil (a.s.)’ı gerçek suretinde görmek dayanılacak bir durum değildir. Ancak peygamberler içinde Allah Resûlü (s.a.s.) gibi çok nadir kimseler onu bir iki kez görebilmiştir. Peygamber Efendimiz’in vahiy alırken nasıl dehşetli bir sarsıntı ile kendinden geçtiği de bilinmektedir. Dolayısıyla sıradan insanlar meleği asli suretinde gördüğünde derhal helak olacak, tevbe etmek veya bir mazeret beyân etmek için bir anlık bile bir fırsatları olmayacaktır.
Eğer yine müşriklerin istediği gibi peygamber bir melek olsaydı veya bir melek insanlara elçi olarak gönderilseydi, sünnetullah gereği o yine bir insan suretinde olurdu. Onlar yine “Biz senin melek olduğunu nerden bilelim, sen de bizim gibi bir insansın” diyerek önceden olduğu gibi şüpheye düşerlerdi. Çünkü az önce de ifade edildiği gibi insanların meleği asli suretinde görmesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki melekler peygamberlere insan suretinde gelmişlerdir. Nitekim Cebrâil (a.s.), Efendimiz’e daha çok Dıhyetü’l-Kelbî şeklinde; bir kısım melekler de Hz. Dâvûd’a iki hasım şeklinde, Hz. İbrâhim ve Hz. Lût’a da misafirler şeklinde gelmişlerdir.
Allah Resûlü (s.a.s.), kavminden gördüğü kötü muameleye karşı şöyle teselli edilmektedir:
10. Rasûlüm! Şunu unutma ki, senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Fakat alay ettikleri gerçek, o alay edenleri dört bir yandan kuşatıp mahvetmişti.
Son düzenleme: